İlk olarak şunu belirtmek isterim ki bu rp'yi kullanarak birkaç rpg sitesine daha üye olmuştum. Çalıntı değil yani.
Yaşamak. Son günlerde sıkça kullandığım ve yapmaya çalıştığım tek kelime. Bu kelimeye böylesine anlamlar koyulabileceği kimin aklına gelirdi ki: aile, dost, sevgi, aşk... Hayatımın bugününe kadar asla kaygılanmadığım tek kelimeydi. Şimdiyse sadece onun için direniyordum. Karşımda gözlerini dikmiş bana bakan "kalbime" bakıyor, ölmemesi için her şeyi yaptığımı söylüyordum içimden. Aynı zamanda ölmemem için de... O yaşamazsa ben de ölecektim. O ölürse hayat sonlanacaktı. Çünkü o aşık olduğum tek kadındı. Bu aşkı gizli tutsam da, 15 yıldır ona söyleyemesem de o benimdi. O beni ne biliyordu, dost. Belki de kardeş. Ölümümüze dakikalar kalmıştı ve o benden "Seni seviyorum." lafını bir kere bile duyamamıştı.
"Charles, öleceğiz."
Ölümün haberini verirken bile o kadar sakin ve güzeldi ki sesi... Ya da bana öyle geliyordu. Bu sözüne karşılık hiçbir şey söyleyemedim. Ölmek istemiyordum. Daha yaşayacağımız çok fazla şey vardı. Belki sevgili belki dost olarak ama yine de vardı. Tekrar böldü o tatlı sesi düşüncelerimi, "Charles. Buradan gidelim. Burada kalırsak öleceğiz." Gitmek mi? Yüksek ve karanlık dağların arasında nasıl yolumuzu bulacaktık ki, bu lanet yerde ölmeye mahkumduk. Kurtuluşu yoktu. Hala ona bakan gözlerim yere sabitlendi ve ölümü beklemeye başladı. -15 derecelik sıcaklıkta ancak bu kadar dayanabilirdik. Ölecektik. "Charles! Ölmemek için elimizden geleni yapacağımızı söylemiştik daha iki gün önce. Şimdi pes mi ediyorsun? Pekala, sen burada ölümünü bekle ama ben gidiyorum! Elveda." Ah, HAYIR! Jaymes! Beni iyi tanıyordu ve onu yalnız başına ölüme göndermeyeceğimi biliyordu. Kozu büyüktü. İlk adımını attığı sırada içimde bir şimşek çaktı. Bu bulabildiğimiz tek mağaradan uzaklaşacak ve karanlık onu boğacaktı. İkimiz de ölecektik. Ama bu daha acı olacaktı. Bu sefer o dışarda, ben içeride ölecektim. En azından beraber ölmeyi hak etmiyor muyduk? İkinci adımla birlikte yerimden sıçradım. Başımı ona çevirdim. Yüzünde öyle güzel bir gülümseme vardı ki karşı koyamadım ve istemsiz olarak ıslak zeminden kalktım. Kalkarken mağaranın yaşlı ve keskin duvarlarını dayanak olarak kullandığım için ellerim kan içindeydi ama yaşadıklarımdan sonra buna acı diyemiyordum. Jaymes'in yanına yürüdüm yavaş adımlarla. Yüzünü daha iyi görebiliyordum artık. Alnında yara, gözlerinden dudaklarına kadar da büyük bir çizik vardı yüzünde. Onu öyle görmeye dayanamadım ve başımı yere eğdim tekrar. Oysa bu hareketi hiç sevmezdi. İnsanların başlarının eğik olmasına çok sinirlenirdi. Tek bir harektiyle başımı dikleştirdi ve ileriyi gösterdi. Birgün isteyerek ölüme adım atacağımı düşünmemiştim. Şu durumda tek isteğim benim ölmemdi. Onunsa kurtulması. Ama bu imkansız gibiydi. Mağaranın ıslak zemininde yürürken şaplayan su seslerini dinliyordum. Bu rahatlatıyordu az da olsa. Dışarıya attığım ilk adımdaysa yerin parçalandığını hissettim. Deprem gibi bir şeydi bu. Kafam bulanmıştı. Neler olduğunu anlamam çok uzun sürmüştü. Kendime geldiğimde tek hissettiğim boşluktu. Jaymes yer ikiye bölünürken düşmüş ve ölmüştü muhtemelen. Göğsüm parçalanıyordu. Hayır, hayır! Sadece göğsüm değil bütün vücudum parçalanıyordu. Hiç tereddüt etmeden ileri doğru büyük bir adım attım. Artık ölümün bir parçasıydım.